21 Haziran 2011 Salı

Mesele 6: - İkrârdan Başka A'mâl De Asl-ı Îmândan Mıdır? (sh:18-19)









imân ve tasdîkine mugâyir bir söz söylese bilittifâk ma’zûr görülür.
İkrârın, rükn-i îmân olmasına zâhib olan ulemâ, makâm-ı istidlâlde diyorlar ki, îmân bilittifâk tasdîk’den ibârettir. Tâsdik ise, iz’ân-ı kalbîye ıtlâk olunduğu gibi ikrâr-ı lisânîye de ıtlâk olunur. Binâenaleyh her birisi rükn-i îmân olmak lâzım gelir. İhtiyât dahî bunu iktizâ eder.
Fakat Sahîhayn’da mervî olan
)امرت ‏‏ان ‏اقاتل ‏ا‏لنـا‏س ‏‏حتى ‏‏يقولو الا اله الا اللّه ‏فاذا قالو ها‏ عصموا منى دماﺀ هم‏ و اموالهم ‏الابحقها(
Hadîs-i Şerîfi, ikrâr ve şehâdetin necât-ı uhrevîye ihrâzına değil, belki ismet-i dem ve mâl gibi ahkâm-ı islâmiyye icrâsının şart olduğuna delâlet etmekdedir.]

(MES’ELE -6- )

Ba’zı zevât ikrârdan başka a’mâli de imânda dâhil kılarlar. Bu idhâl iki sûretle olur.
Birinci sûret: -A’mâl-i hakîkat îmândan cüz’ i’tibâr etmekdir ki bu sûretde ferâizden bir şey’i terk eden yâhud maâsîden birini irtikâb eyleyen kimse dâire-i îmândan hâric olmak lâzım gelir.
[C1] Bu ise nusûs-ı kat’îye ye muhâlif olmağla bâtıldır. Ehl-i Sünnet’den hiçbir kimse buna kâil olmamışdır.
[Zîrâ ( اُولٰئِكَ كَتَبَ فِى قُلُوبِهِمُ الْاِيمَانَ )[i], ( وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْاِيمَانِ )[ii] gibi nusûs-ı Şer’îyye îmânın yalnız kalble kâim bir sıfat-ı nefsâniyye olmasına delâlet etmekdedir.
Kezâlik ( اِنَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ )[iii] gibi pek çok âyât-ı Kur’âniyye’de amel-i sâlih îmâna atf edilmiş ve bir takım âyât-ı celîlede de irtikâb-ı ma’sıyet etmiş olan kimselere mü’min ıtlâk buyrulmuşdur.
İşte bu delâil-i Şer’iyye ile îmân yalnız tasdîkden ibâret olub lisân ile a’zâ-yı sâireden sudûr edecek amellerin cüz’-i îmân olmadıkları sâbit olur].
Binâenaleyh ikrârı terk eden kimse gibi mahz-ı tekâsül eseri olarak ferâizi terk eden veyâ hevâ-yı nefsânîye mütâbaatla maâsî irtikâb eyleyen kimse de kâfir olmaz belki mü’min-i fâsık add olunur.
Böyle kimselere tevbe etmek lâzım gelir eğer îmânlarını muhâfaza etdikleri hâlde tevbesiz vefât [C2]


[i] Sûre-i Mücâdele 22. âyet
لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا اٰبَاءَهُمْ اَوْ اَبْنَاءَهُمْ اَوْ اِخْوَانَهُمْ اَوْ عَشِيرَتَهُمْ اُولٰئِكَ كَتَبَ فِى قُلُوبِهِمُ الْاِيمَانَ وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ اُولٰئِكَ حِزْبُ اللّٰهِ اَلَا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
[Allah'a ve ahiret gününe imân eden hiçbir kavmi bulamazsın ki, Allah'a ve Resûlüne muhalefet eder kimseleri sevsinler. Velev ki babaları veya oğulları veya kardeşleri veya kabileleri olsunlar. Onlar o zâtlardır ki, (Allah) Onların kalblerinde imân yazmıştır. Ve onları kendisinden bir ruh ile teyid etmiştir ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirecektir. Oralarda ebedîyyen kalıcılardır. Allah onlardan razı olmuştur, (onlar da) O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Agâh olunuz ki, muhakkak Allah fırkasıdır, onlardır necâta ermiş olanlar. ]
[ii] Sûre-i Nahl 106. âyet
مَنْ كَفَرَ بِاللّٰهِ مِنْ بَعْدِ اِيمَانِهِ اِلَّا مَنْ اُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْاِيمَانِ وَلٰـكِنْ مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
[Kalbi imân ile mutmain olduğu halde icbar edilen müstesna, velâkin her kim imânından sonra Allah Teâlâ'yı inkâr eder de küfre sine açarsa işte onların üzerine Allah'tan bir gazap vardır ve onlar için pek büyük bir azap da vardır.]
[iii] Sûre-i Burûc 11. âyet
اِنَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْكَبِيرُ
[Şüphe yok ki, imân etmiş ve sâlih sâlih amellerde bulunmuş kimseler için de altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Bu ise pek büyük bir kurtuluştur.]


[C1]sh:19

[C2]sh:20

17 Haziran 2011 Cuma

Mes'ele 5: - Îmân-ı Şer'î (sh: 16-17)










(16)

bâtınî ne de nefs-i tasdîkden ibâret olmaz denirse, cevâben deriz ki: Bu Hadîsi Şerîfde hakîkat İslâm değil; belki İmân ve İslâm’ın semerât ve alâmâtı beyân buyrulmuştur.
Filhakîka ta’dâd buyrulan erkân-ı celîle dıraht-ı îmânın semerât-ı nâfiası ve sıhhat ve tarâvetinin alâmât-ı sâtıasıdır.
Nasıl ki bir hadîs-i şerîfde dahî
 )الايما‏ن‏ بضع ‏و‏سبعون ‏شعبة ‏اعلاها‏ قول ‏لا اله ‏الا ا‏للّه‏‏ و ادناها‏ اما‏طة‏‏ الاذ‏ى ‏عن ‏الطر‏يق (
buyrularak şecere-i mezkûrenin bütün şu’belerine işâret buyrulmuşdur.

(MES’ELE-5)

İmân-ı şer’i, beyân olunan tasdîkden ibâret olunca ikrâr ve şehâdet hakîkat-ı îmândan cüz’ olmayub yalnız dünyâda ahkâm-ı islâmiyye icrâsının şartı olur.
Çünki tasdîk, emr-i bâtınî olmağla bize ma’lûm olmak içün bir alâmet-i zâhireye lüzûm vardır.
İmdi şerâit-i lâzımesi ile beraber kalben tasdîk edüp de -kendisine teklif vuku, bulmayarak- aslâ ikrâr etmiş olmayan kimse indallah mü’min olub dâr-ı 

(17)
 âhiretde bu imânının semeresini görecekdir. Nasıl ki kalben tasdîk etmeyerek lisânen ikrârda bulunan kimse bizim nazarımızda mü’min olduğu halde indallah kâfir ve münâfık olub, dâr-ı âhiretde ebediyyen muazzeb olacakdır.
Ekser erbâb-ı tahkîk bu kavle zâhib olmuşlar. Ebû Mansûr Matürîdî Hazretleri de bunu ihtiyâr buyurmuşlardır.[1] İmânın kalbde cây-ı gîr olan bir sıfat-ı celîle olmasına dâll olan âtüzzikr nusûs-ı şer’iyye bu kavli te’yîd ediyor.
Ba’zı ulemâ ise îmânı, tasdîk ve ikrâr rükünlerinden mürekkeb kılarak bilâzarûre ömründe bir def’a olsun ikrâr ve şehâdetde bulunmayan kimse, nezd-i bâride dahî mü’min değildir diyorlar. Bu kavle binâen, bir kimse imân-ı şer’î ile muttasıf olabilmek içün şerâit-i lâzıması ile tasdîk-i kalbî ihrâz etdikden sonra, kâdir olunca Cenâb-ı Hakk’a karşı bir def’a ikrâr dahî etmelidir. Nâsa i’lân etmesine hâcet yokdur. Ama tekellüme kudreti olmazsa yalnız tasdîk kifâyet eder. Nasıl ki bir kimseye cebir ve ikrah ile


[1] هـذا‏ القول ‏مروى‏ ‏ابى‏حنيفة) رحمه‏اللّه) نص ‏‏عليه‏ فی کتاب ‏العالم ‏‏والمتعلم ‏و هو ‏‏اختيار ‏‏المحققين‏‏ من ‏اصحابنا (شرح المسايرە)

4 Haziran 2011 Cumartesi

Mes'ele 4: - İslâm (sh:14-15)



(14)
(Nasıl ki
   ( وجحدوا واستیقنتها انفسهم )nazm-ı celîli buna delâlet eder.)

Üçüncüsü: Ahkâm-ı dîniyyeden bir şey’i kabûlde inâd etmeyib cümlesini kabûl ve tahsîn etmekdir. Ya’ni her me’mûru’n-bihi işlemek ve her menhi anhi terk etmek azm-i kavîsinde olmakdır ki bu şarta teslîm ve islâm ta’bîr olunur. Bunun zıddı ise bir hükm-i dînîyi istikbâh ile ifâsında inâd etmekdir.

Binâenâleyh, meselâ beş vakit namazı tekâsülen terk eden veya nefsine mağlûb olarak bir harâmı irtikâb eyleyen kimse kâfir olmazsa da Cenâb-ı Hakkın emrine muhâlefet kasdıyla namazı terk veyâhud nehyine karşı inâd ile bir harâmı işlemek mu’cib-i küfürdür.

(MES’ELE -4-):

İslâm -bâlâda işâret olunduğu üzere- ahkâm-ı İlâhiyyeyi kabûl ile Cenâb-ı Hakk’a inkıyâddan ibâret olmağla îmânın şerâit-i esâsiyyesindendir.

(15)
Binâenaleyh îmân ve islâm arasında mefhûm-ı lügâvî i’tibârıyla fark var ise de hükm-i şer’de yekdiğerinden ayrılmazlar.

Tasdîke zâid ve şart i’tibâr olunan teslîm işte bu ma’nâca islâm’dan ibâretdir.

(İslâm) lâfzı ba’zen nefs-i tasdîke ıtlâk olunarak îmân ile mefhûmen müttehid olur. Ba’zen de tasdîke mukârin olmayan inkıyâd-ı zâhirîye denir. Fakat bu sûretle inkıyâd, ma’nâ-yı lügâvîce İslâm olub şer’an mu’teber değildir.
( قالت ‏الاعراب ‏‏اۤمنا ‏قل‏ لم ‏نوُمنوا ولکن ‏قولوا ‏اسلمنا ) Ayet-i kerîmesinde bu ma’nâyadır. Anınçün îmâna mukâbil kılınmışdır.

( الاسلام ‏ان ‏تشهد ‏ان ‏لا اله ‏الا اللّه ‏و ان ‏محمداً‏ رسول ‏اللّه ‏و تقيم ‏الصلاة ‏‏و تؤتی‏ الزکاة و تصوم‏ رمضان ‏و تحج ‏البيت‏ ان ‏استطعت‏ اليه ‏سبيلا )

hadîs-i şerîfi, İslâm’ın a’mâl-i sâlihadan ibâret olmasına delâlet eder. Bu halde ne imânâ lâzım olan inkıyâd-ı











3 Haziran 2011 Cuma

Mes'ele 3: - Farz Olan Îmân-ı Şer'î (sh:12-13)




(12)
Meselâ bir ma’siyeti istihlâl eden kimse eğer o ma’siyet delîl-i kat’î ile sâbit ise kâfir olur. Çünki zarûriyyât-ı diniyyeyi tamâmen tasdîk etmemiş olur.

Ve eğer bir âyet-i kerîmeden istinbât sûretiyle veya bir hadîs-i sahîh delâletiyle sâbit ise, ol vakit müevvel addolunarak ikfâr edilmez.

Takdîr-i evvele göre te’vîl delâlet-i zannîyeyi teslîm etmemek, takdîr-i sânîye göre te’vil, hadîs-i şerîfin Hazret-i Peygamber’den sudûrunu kabûl etmemekden ibârettir.

(MES’ELE -3- )

Farz olan imân-ı şer’i, ilim ve ma’rifet kabîlinden ve tasdîk-i mantıkî nev’indendir. Fakat tasdîk-i mantıkîde, i’tikâd-ı zannî dahî dahîldir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz Hazretlerinin teblîğ buyurmuş olduğu ahkâm-ı diniyyeye tallûk eden tasdîkin îmân-ı şer’î olması ise, cezm ve yakîn derecesine vüsûl ile mukayyeddir. Zan tarîkıyla olması kifâyet etmez.

Cezm ve yakîn derecesine vâsıl olan tasdîkın,

(13)
imân-ı sahîh ve azâb-ı uhrevîden müncî olması da üç şart ile meşrûtdur.

Birincisi: Bu cezm ve yakînin, hâl-i be’sden, muâyene-i azâb vukûundan evvel iktisâb olunmasıdır.

[Çünki hâlet-i mezkûrede imânın nâfi’ olmadığı

( فلم یك ینفعهم ایمانهم لما رأوابأسنا )   nass-ı celîli ile sabitdir.]

İkincisi: Risâlet-i Muhammediye’yi ve zarûriyyât-ı diniyyeden hiçbir şey’i lisânla inkâr etmemek ve emârât-ı tekzîbden bir şey’i[1] bi’l-ihtiyâr işlememekdir.



[1] Puta tapmak, zünnâr bağlamak, vesâir nâsın merâsim-i diniyelerine iştirâk etmek gibi ilerde beyân olunacak bir takım şeylerdir ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz Hazretlerini tasdîk eden kimse, kendi ihtiyârıyla bunların birini işleyemez. Ama cebr ve ikrâh vukûuna binâen işleyen kimse kalbi imân ile mutmain olduğu ve şerâit-ı lâzıme bulunduğu halde işlemiş olursa imânına halel getirmiş olmaz

   ( الامن اكره و قلبه مطمئن بالایمان )nazm-ı celîliyle ikrâh sahîh ve mu’teber, vukûunda kerhen kelime-i küfrü telâffuz etmek ve böyle bir işi işlemek husûsuna ruhsat-ı şer’iyye verilmişdir.
Fakat sebât edib de katl olunan kimse şehîd ve me’cûr olur.

2 Haziran 2011 Perşembe

Mes'ele 2: - Zârûriyyât-ı Dîniyye (sh:10-11)






(10)
dînîyi şübhe etmeyerek cezmen tasdîk etdikçe kendisindeki imân-ı tafsîli tezâyüd eder.
İmdi imân-ı icmâli kâbîl-i ziyâde ve noksan değilse de imân-ı tafsîli ziyâde ve noksan kabûl etmekdedir.


(MES’ELE-2-)

Zârûriyyât-ı Dîniyye:

Hazeret-i Peygamber-i Zişân’ın teblîğ buyurmuş olduğu bizzarûre ve sûret-i kat’iyyede ma’lûm olan hüküm ve haberlerden ibâretdir.

Bu ma’lûmiyyet bizzât kendisinden işitmekle olduğu gibi tevatûren nakil sûretiyle de olur.

Mesâhif-i Şerîfede yazılan elfâz-ı Kur’aniyye’nin bilâ ziyâde velâ noksan Kelâm-ı İlâhî olması tevatûren menkûl olub tamâmen tasdîk olunmak lâzım olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’in kat’iyyen ve sarîhan delâlet ettiği bütün hükümlerin dahî tasdîk olunması lâzımdır.


(11)
Haşr-ı cismânî ve ahvâl-i ahiretin hak ve savm ve salâtın farz ve şürb-i hamr ve sirkatin haram olması gibi. Ahkâm-ı dîniyyeden olduğunu kat’iyyen haber aldıktan sonra bunların birinde şek eden kimse bilâ şübhe kâfir olur.

[Ammâ ictihâd ile Kur’ân-ı Kerîm’den istinbât olunan ve bitarîk’ıl-âhâd Hazret-i Peygamber’den menkûl olan hüküm ve haberler zârûriyyât-ı diniyyede dâhil olmadıkları cihetle böyle bir şey’in sübûtunda şek etmek îmâna zarar vermez.

Fakat nâkiller mevsûk kimseler olunca kabûl etmemek ism ve ma’siyet sayılır. Çünki haber-i vâhid yâkîn vermezse de zan ifâde eder.

Hattâ ba’zen zevâli kabûl etmeyecek mertebede cezm husule getirir.

Elhasıl bir hadîs-i sahîh ile sâbit olan hükmü kabûl etmeyen kimse, eğer o hadîsin sübûtunda iştibâhından nâşi kabul etmiyorsa günahkâr olub, kâfir olmaz.

Lâkin Hazret-i Peygamber’den sâbit olduğunu i’tirafla berâber kabûl etmeyecek olursa kâfir olur. 



1 Haziran 2011 Çarşamba

Mes'ele 1: - Îmân (sh:8-9)




(8)
demekdir. Şer’an Hakk Teâlâ Hazretleri indinden teblîğ buyurduğu kat’iyyen ma’lûm ve sâbit olan her şeyde Hazret-i Peygamber-i Zîşân’ı tasdîk etmekdir. Ya’nî her şahs-ı âkıl ol Hazretin teblîğ buyurmuş olduğunu icmâlen bildiği şeyleri icmâlen tasdîk etmek lâzım olduğu gibi, tafsîl sûretiyle ma’lûmu olan şeyleri de tafsîlen tasdîk etmek lâzımdır.

[İcmâlin ma’nâsı adem-i ta’yîn; ve tafsîlin ma’nâsı ta’yînden ibâretdir.

İmdi, Hazret-i Rasûl-i Ekrem sallâllâhü aleyhi ve sellem efendimizin “Ben Allâhü Teâlâ Hazretlerinin Rasûlüyüm” buyurduğunu ve şu da’vâ-yı celîlesinin bir takım mu’cizeler ile isbât etdiğini ve kulların necât ve islâhına kifâyet edecek bir Şerîat-ı İlâhiyye neşr ettiğini bilmek herkese farzdır. Mu’zicelerin ve ahkâm-ı şer’iyyenin neden ibâret olduğunu ta’yîne kâdir olmayan kimse imân-ı icmâli ile mü’min addolunur.]


(MES’ELE -1-)

Îmân: İcmâlî ve tafsîlî nâmıyla iki kısma ayrılır.

(9)
Her şahs-ı âkil üzerine evvelâ îmân-ı icmâlî ba’de ıttılâ’ı nisbetinde îmân-ı tafsîlî farz olur.

Şöyle ki: “Peygamber-i Zîşân Efendimiz Hazretleri gerek emr ve nehiy ve gerek haber nev’inden mintarafillâh her ne teblîğ buyurmuş ise cümlesi hakdır ve doğrudur” diye tasdik eden kimse imân-ı icmâli ile mü’min olub emr-i İlâhîye imtisâl etmiş ve dâire-i küfürden halâs olmuş olur; ve şu teblîğât-ı Nebeviyyeden hiçbir şey’i âletta’yîn öğrenmeden vefat etse, ehl-i cennet olur.

Lâkin muammer olub da şifâhen ol Hazret’den yâhud şübheye imkân kalmayacak sûrette efrâd-ı ümmetden ba’zı ahkâm-ı dîniyyeye (meselâ beş vakit namazın cemî’ mükellefîn üzerine farz olmasına) kesb-i ıttıla’ eden kimse âletta’yîn o hükm-i şerîfi tasdik ve kabûl etmek lâzım gelir. Bu üslûb ile her muttali’ olduğu hükm-i


31 Mayıs 2011 Salı

Ahvâl-i Kulûb (sh:6-7)























(6)
Herkes tâbi olduğu müctehidin kavlini savâb i’tikâd etmek lâzımdır. Eğer hatâ i’tikâd ederse taklîdi câîz olmaz.

[Farziyyet ile Vücûbun her biri, bir fiilin işlenmesi matlûb ve terki mennû, olmakdan ibâretdir. Eğer şu taleb ve men’ delil-i kat’i ile bilinirse fiile farz, ve delil-i zannî ile bilinirse vâcib tesmiye olunur.

Sünnet ve İstihbâb: Bir fiilin terki mennû’ olmamakla beraber işlenmesi matlûb olmakdır. Fakat sünnetin bilâ özür terki itâba ve hırmân-ı şefâate bâis olur. Müstehabın olmaz.

İbâhe: Fiile men’ ve taleb taallûk etmemekdir.

Hurmet ile Kerâhet-i Tahrîmiyye: Bir fiilin terki matlûb ve işlenmesi mennû’ olmakdır ki, eğer şu taleb ve men’ delil-i kat’î ile malûm olursa fi’le haram, delîl-i zannî ile ma’lûm olursa kerâhet-i tahrîmiyye ile mekrûh tesmiye olunur.

Kerâhet-i Tenzîhiyye: Bir fiilin işlenmesinde hırmân-ı şefâat gibi mahzûr olmamakla beraber terki matlûb olmakdır.

Sıhhat: Fiilin şurût ve erkânını tamâmen cümle şer’a muvâfık.

Fesâd: Fiilin bir şart veya rüknün fevâtıyla şer’a muhâlif olmasıdır.


(7)
(Tenbih): Her farzın terki harâm ve her harâmın terki farz olduğu gibi her müstehâbın terki kerâhet-i tenzîhiyye ile mekrûhdur.]


(ÜÇÜNCÜ KISIM): Ahvâl-i kulûba müteallik ahkâm-ı şer’iyyedir. Ahlâk-ı memdûha ve ahlâk-ı mezmûme beyânına dâir olan şu ahkâmın beyânını hâvi olan ilme ilm-i ahlâk ve tasavvuf denir.

Bu kitab yalnız ahkâm-ı i’tikâdiyyeden bâhis olup bir mukaddime ile bir de maksadı hâvi olarak tertîb olunmuşdur.

Mukaddime: İmân ve İslâm’ın mâhiyeti ile şerâit ve ahkâmı beyânında olup, dokuz aded mes’ele-i mühimmeyi muhtevîdir.

Maksad-ı kitâb: Ahkâm-ı i’tikâdiye beyânında olup üç bâbı hâvidir.


MUKADDİME﴿


(ÎMÂN): Lûgaten bir kimseyi veya bir haberi tasdîk



30 Mayıs 2011 Pazartesi

Ahkâm-ı Ameliyye (sh:4-5)

































(4)
(İKİNCİ KISIM): Ahkâm-ı ameliyedir ki -bunları bilmekden maksad, ıslâh-ı amel olub- on kısım üzeredir.

Farziyet, vücûb, sünnet, istihbâb, ibâhe, hürmet, kerâhet-i tahrîmiyye, kerâhet-i tenzîhiyye ile sıhhat, fesâddan ibaretdir ki âkıl ve bâliğ olan kimselerin fiilleri bu hükümlerden hâlî olamaz.

Bunlara Şer’i Şerif ve Şerîat-i İlâhiye denir. Enbîyâ-yı İzâmın şerîatları hep bir olmayıp ba’zısı ba’zısının Şerîatını nesh etmiştir.

Şerîatların müteallik bulundukları ef’âl-i mükellefînin envâ’-ı icmâliyyesi üçdür.

(1) İbâdât ki, namaz, oruç, zekât, hac ve sâir ferâiz ve vâcibât ve müstehibâtdan ibâretdir.

(5)
(2) Muâmelât ki, nikâh, talâk, hibe, vasiyyet, bey’, şirâ, şirket, kefâlet gibi.

(3) Ukûbât ki, diyet ve kefâret ve fidye i’tâsı gibi şeylerden ibâretdir.

Bu ahkâmı ta’yine dâir mezâhib-i külliye dörtde karar bulmuşdur ki, Îmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik, İmâm Şâfiî, İmâm Ahmed Bin Hanbel Hazerâtının mezheblerinden ibâretdir. Bu mezheblere sâlik olanların cümlesi hidâyet üzeredir.

Eimme-i erbaanın ittifâk ettikleri hükümler kat’iyyen hak ve savâbdır. İhtilâf etdikler hükümlerin savâb ve hatâya ihtimâli vardır. Zirâ her müctehidin musîb olmazı lâzım değildir.

Fakat hatâsı ma’lûm olmadıkça ma’fuv olup gerek kendisi ve gerek ona tâbi olanlar me’cûr olurlar.